1 Eylül 2019 Pazar

Orada mısın Allahım? - Gönül Soyoğul



20’li yaşlarımın başında, bir arkadaşımla onun Ankara’daki yakınının evinde kalmıştık konuk olarak.
60’lı yaşlardaydı evin sahibesi. 12 Eylül öncesi karanlık/kanlı günlerden geçiyordu ülke ve Perihan Teyze’nin evlatlarından biri, uzun işkencelerden sonra cezaevindeydi. Avukat baba sonradan kitap yapacağı duruşmalara, o cezaevinden bu cezaevine koştururken, anne karanlık yalnızlığında diğer çocuklarının, arkadaşlarının yardım ve desteğiyle ayakta durmaya çalışıyordu.

Karanlıktaydı. Oğlunun acısı sonrası girdiği şeker komasından gözleri kör olarak çıkmıştı da… Asıl yangını yüreğindeydi. Aniden, durup dururken ‘kim yaktı bu ateşiiii’ diye bağırışı… Ta ciğerinden kopup gelen o ses hala kulağımdadır. Ardından söylediği beddua da: “Kim yaktıysa, parkinsonlar olsun inşallah… Tutamasınlar bir çatalı, bir bardağı da bir yudum suya, bir lokma ekmeğe hasret kalsınlar…”
Erol Taş misali… Tecavüzcü Coşkun misali gülüyor gibi geliyor hayat sana/bana bugünlerde. Kötü kötü, sinir bozucu, iğrenç, yapış yapış…

Oysa… Adile Naşit gülüşüne, hadi o olmadı hiç değilse Vahi Öz gibi geh geh, kurnaz ama iyi kalpli gülüşlere ihtiyacımız var bizim şiddetle. Hoş gören, her hatamızı/kusurumuzu affeden, ‘bak bi daha olmasın’ diye parmak sallarken bile bağışlayıcı bakan gözlere, neşeli/içten gülüşlere.
İşe bak ki, gökten elma falan düşeceği de yok, yakın gelecekte de görünmüyor.
Azgın kara bulutlar geçiyor gökyüzünden inadına, Zeus’un öfkeli şimşekleri aydınlatıyor kör karanlığı. Etna Dağı’nın en dibine gömülemiyor kötülük.

Kör kuyularda merdivensiz kalmış gibi… Çaresiz, çözümsüz, çıkışsız, aciz, güçsüz, kimsesiz hissediyoruz kendimizi bu zamanlarda.
Alabildiğine umutsuz, alabildiğine bıkkın, bedbin ve bezgin…
Üstüne üstüne geliyor haberler, duvarlar, insanlar, yollar, hatta bahara boyanmış dallar bile.

‘Hayat çok sıkıcı’ diyor karikatürdeki bir adam.
Cevap veriyor karşısındaki: ‘Hayat sıkıcı değil, paran yok Şevket’
Keşke tek derdimiz parasızlık olsa. O da az dert değildir de. Paraya doyamayanların, kötülüklere de doyamamaları yıkıyor içimizi için için. Kale gibi görünenlerimizin bile paçalarından kum akıyor ince ince yollara, iz bırakarak eriyorlar, sadece bakan görüyor.

Ülkenin her bir yanından çığlıkları duyuluyor çocukların ki, can dayanmaz ah! Tacize/tecavüze uğrayan, yüzlerine bakmaya kıyılamayacak çocuklara kıyanların zalimliği/nobranlığı/çirkeflikleri bile bastırmaya yetmiyor çığlıkları.

Onlar arsızca örtmeye çalıştıkça pisliklerini, bir yenisi, bir yenisi daha pörtlüyor çıban gibi. Kız çocuklarının oğlan çocuklarının, geceleri uykunun kollarına değil, salyalı ağızlara teslim edildiğini hayal etmek bile fena yapıyor insan olanı. İnsan suretindekilerin hayasız açıklamalarıyla… Kazık kadar adamların altından hasbelkader alınmış kız çocuklarına ‘rızası vardı’ diyen/diyebilen hukuk adamlarının cezada ‘saygınlık indirimleriyle’ elin kolun tutmuyor, nefes bile alamaz hale geliyorsun.
İşte o zaman bedduadan bedduaya, küfürden küfüre savruluyorsun.
Çaresizliğini döküyorsun ortaya, adaletsizliği engelleyecek gücü bulamadığın için, ilahi adalet istiyorsun, dileniyorsun.
Bu ateşi yakanların parkinson olmalarını isteyen Perihan Teyze’yi çok iyi anlıyor, rahmetle anıyorsun. Ellerinin (sonrasında bütün vücudunun) titremesini, titremekten bir lokma ekmeği, bir bardak suyu tutamamasını, her insani ihtiyaçta acı çekmelerini isteyen o yaslı anayı…

Diyarbakır Sur’da tamamen yıkılan 3 katlı evinin enkazında gözyaşları içinde ‘hayatını’ arayan bir başka anayla göz göze geliyorsun sonra ekranlarda. Başlarına yıkılan hayata, ama illa da iki kızının yok olmuş çeyizlerine ağlayan, kimsenin kiracısı değilken kiracı olan, ‘yapılanlar günahtır. Allah nasıl bizim hakkımızı bırakacak. Allah hakkımızı onlardan alsın’ deyip yaşayanlardan/hukuktan/insan haklarından çoktan umudunu kesmiş o kıymetli anneyle. Ekranda görüyorsun. Yapan sen değilsin ama sen yapmış gibi utanıyor, senin başına gelmiş gibi yanıyorsun…

Çocukluğumda anneannemin beddualarını bilirdim yalnızca. ‘Oğlanlarım hayırsız’ demezdi de gelinlerine ilenirdi bol bol, “allah canını cebine koysun inşallaaahhhh” “senin de var oğlanların, sana da göstermesin gelinlerin oğlunun yüzünü” derdi dizlerini döve döve. Üzülürdüm ama gülerdim de onun haline, biçare çaresizliğine.
Perihan Teyze’den bu yana hiç gülmüyorum beddualara.
Kim yaktıysa bu ateşi, hiç sönmüyor, için için yanarken har olup yalazları her birimize değiyor. İçi yanan insanların âhları arşa yükseliyor.
Ah bir de duyan olsa…

“Ne diyeyim allahım
Ben sana biraz platoniğimdir biliyorsun.
Ben bu şüpheyi sırtıma yük edindim, öyle yürüdüm,
Gocunmam da yükümden beni bilirsin.
Ama bunlar çok iştahlı allahım ve görüyorsun nasıl da dünyevi.
Bunlarmış senin kulların öyle diyorlar, biz de kürenin üveyi.
Öyle mi?

(…)
Allahım işte görüyorsun bunları, eyübün sabrı nedir,
rızanın fazladan şeftalisi ne?
Bilmiyor. Bilmiyor nedendir zeynebin yakarısı.
Ben ki sana bunca platoniğim ama canıma yetti artık
Valla bak biz mi düşeceğiz hep iskelelerden
Başlarına yık şunların bu metropolleri.”



(Bedduanın şiirseli de Birhan Keskin/Fakir Kene’den)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder